11.9 C
Malta
Pazartesi, Aralık 29, 2025
spot_img
spot_img

DİDEM GÖRKAY YAZDI; VESİKALI YARİM’DEN “GHOSTİNG” ÇIKMAZINA: MODERN AŞKIN İLLÜZYONİST İLERLEMESİ

Türk sinemasının kült eseri Vesikalı Yarim (1968), bize Manav Halil ve Sabiha’nın imkânsız, ama bir o kadar “orada” olan aşkını anlatır. Filmin o meşhur repliği, “Çok eskiden rastlaşacaktık”, aslında bugün gelinen noktada kolektif bir iç çekişin özeti gibidir. Lütfi Akad’ın o siyah-beyaz dünyasında aşkın önündeki engel toplumsal sınıflar, “vesika”nın getirdiği ahlaki bariyerler ve imkânsızlıktı. Bugün ise aşkın önündeki en büyük engel, bizzat aşkın “bolluğu” ve bu bolluğun getirdiği derin değersizleşmedir.

Peki, biz bu süreçte ileri mi gittik yoksa aslında hızla geriye mi düşüyoruz? Belki de en trajik olanı; ileriye gittiğimizi sandığımız her adımda, insan ruhunun o kadim derinliğinden biraz daha uzaklaşmamızdır.

Bir Zamanlar “Varlık” Vardı: Emek, Tahammül ve Bekleyişin Estetiği

Vesikalı Yarim’in dünyasında birini sevmek, onun tüm yükünü, geçmişini ve imkânsızlığını kabullenmek demekti. İletişim, bakışlardaki derinlik ve sessizlikle kurulurdu. Bir “yokluk” dönemindeydik; mektubun gelmemesi bir dramdı, bir durakta saatlerce beklemek kutsal bir eylemdi. Aşk, inşa edilen bir kaleydi. Taşlar tek tek, sabırla yerine konurdu. Halil, Sabiha’nın kim olduğunu öğrendiğinde bile ondan kaçmak yerine, o gerçeğin içinde yanmayı seçmişti.

Bugünün dünyasında ise aşk, tüketilen bir metaya dönüştü. Sosyal medya ve flört uygulamaları, bize sonsuz bir “insan vitrini” sundu. Bu vitrin, bizi özgürleştirdiğini iddia ederken aslında bizi duygusal bir sığlığa hapseden bir geriye gidişin başlangıcı oldu. Eskiden birine ulaşmak için kat edilen yollar, o kişiyi değerli kılardı. Şimdi bir “kaydırma” (swipe) uzağımızda olan binlerce seçenek, kimsenin gerçekten “tek” olamamasına yol açıyor.

Erişilebilirlik, kutsallığı öldürdü.

Yeni Nesil Terimler: Duygusal Sözlükteki Çatlaklar

Bugün aşk hayatımıza giren İngilizce terimler, aslında modern insanın yaşadığı duygusal sakatlıkların birer teşhisidir. Bu kelimeler arttıkça, aşkın o eski, isimsiz asaleti yok oluyor:

Love Bombing (Sevgi Bombardımanı): Halil’in Sabiha’ya olan ilgisi sessiz ve derinden gelen bir nehirdi. Bugün ise narsistik bir güç gösterisi olarak karşımıza çıkan bu terim, en başta gösterilen aşırı sevgi selinin aslında karşısındakini duygusal olarak felç etme ve bağımlı kılma taktiği olduğunu anlatıyor. Samimiyetin yerini, hesaplanmış bir hız alıyor.

Ghosting (Aniden Yok Olma): Sabiha, Halil’in hayatından çıkarken bir acı bıraktı, bir veda bıraktı; çünkü varlığı gerçekti. Bugün ise insanlar, dijital bir ekranın arkasına sığınarak hiçbir açıklama yapmadan, bir hayalet gibi buharlaşmayı seçiyor. Bu, modern insanın çatışmadan kaçışının ve karşısındakini bir “insan” olarak değil, bir “dosya” olarak kapatışının göstergesidir.

Breadcrumbing (Ekmek Kırıntısı Bırakma): Karşındakine sadece yetecek kadar, onu hayatta tutacak ama doyurmayacak kadar ilgi kırıntısı atmak. Bu, aşkın o eski “ya hep ya hiç” asaletinden ne kadar uzaklaştığımızın, stratejik bir bencillikle hareket ettiğimizin kanıtıdır.

Situationship (Adı Konulamayan İlişki): Ne tam bir ilişki ne de tam bir arkadaşlık. Sorumluluktan kaçmanın, “akışta kalma” maskesi altına sığınmış halidir. Halil ve Sabiha için bir “bakış” bile her şeyin adını koymaya yeterken, bugün aylar süren paylaşımlar bir “hiçliğe” hizmet edebiliyor.

Psikolojik Bir Çöküş: Bağlanma Korkusu ve “Narsist” Salgını

Geçmişin aşklarında “güvenli bağlanma” bir amaçtı. İnsanlar birbirine liman olurdu. Bugünün “ileri” dünyasında ise “kaçıngan bağlanma” bir hayatta kalma stratejisi haline geldi. Birine gerçekten kalbini açmak, “modern” insanın zayıflığı olarak görülüyor. Duygusal yatırım yapmak yerine, sürekli “bir sonraki daha iyi olabilir mi?” sorusuyla yaşayan bir nesil türedi.

Bu durum bizi narsizmin kucağına itiyor. Eskiden aşk, “seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var”dan ziyade “seni seviyorum çünkü sen sensin” üzerine kuruluydu. Şimdi ise “seni, beni ne kadar iyi hissettirdiğin sürece seviyorum” anlayışı hâkim. Yani karşımızdakini değil, onun bizim üzerimizdeki yansımasını seviyoruz. Bu, ileriye gitmek değil, insanın en ilkel bencilliğine geri dönmesidir.

İleri mi gidiyoruz, geriye mi?

Teknolojik olarak bir zirvedeyiz; sevdiğimiz kişinin o ân nerede olduğunu haritadan görebiliyor, kalp atışlarını akıllı saatinden takip edebiliyoruz. Ancak paradoks burada başlıyor: Veri arttıkça, duygu azalıyor. Şeffaflık, gizemi öldürüyor; gizem ölünce de tutku sönüyor. Eskiden birinin elini tutmak bir devrimken, bugün her şeyin bu kadar kolay ulaşılabilir olması, kavuşmanın hazzını yok etti.

Aslında biz, teknolojik olarak ileri giderken insani olarak irtifa kaybediyoruz hem de hızla. İlişkiler artık bir “proje” gibi yönetiliyor; verimlilik esas alınıyor. “Bu ilişki bana ne katıyor?” sorusu, “Ben bu ilişki için ne verebilirim?” sorusunun önüne geçmiş durumda. En ufak bir pürüzde, sistem bize “yenisiyle değiştirme” mekanizmasını fısıldıyor. Tıpkı bozulan bir aleti tamir etmek yerine çöpe atıp yenisini sipariş etmek gibi. Emek, yerini hıza bıraktı; derinlik, yerini anlamsız bir boşluğa bıraktı.

“Geriye giderken aslında ileriye mi gidiyorduk?” sorusunun cevabı belki de o eski kısıtlılıktadır. İnsanın doğası, sınırsız seçenek karşısında felç olur. Seçeneğin az olduğu yerde, seçilen “kader” olur; seçeneğin sonsuz olduğu yerde ise her tercih bir “pişmanlık” adayıdır. Biz özgürleştikçe yalnızlaştık.

Sonuç: Sabiha’nın Vesikası vs. Dijital Maskelerimiz

Vesikalı Yarim’de Sabiha’nın vesikası bir utanç vesikasıydı ama o kâğıt parçası kadar gerçekti her şey. Sabiha “kirli” bir dünyadan geliyordu ama kalbi tertemizdi. Bugün ise hepimizin parlatılmış, filtrelenmiş dijital “vesikaları” var. Sosyal medya profillerimizde en mutlu, en bilge, en âşık halimizi oynuyoruz. Oysa bu dijital maskelerin altında, Halil ve Sabiha’nın o bir kadeh rakı eşliğinde paylaştığı çıplak dürüstlükten eser yok.

Modern aşk, yüksek çözünürlüklü ama ruhsuz bir fotoğraf gibi. Eskisi ise grenli, siyah-beyaz ama can yakan bir gerçeklikti. Belki de yeniden o eski dükkânın önünde, hiçbir şey söylemeden dakikalarca beklemeyi, bir “merhaba” için günlerce sabretmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü aşk, bir tıkla ulaşılan bir sonuç değil; o ulaşılamayan yoldaki sancının, emeğin ve fedakârlığın toplamıdır. Biz “ilerledikçe” bu sancıyı kaybettik, oysa bizi insan kılan tam da oydu.

Son Haberler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz